HAKKIMDA

GÖKÇEADA, EGE 'de bir yer, Türkiye
Kırkından sonra önceliklerini yeniden belirleyerek, sevgiyi, iyiliği, huzuru ve güzellikleri seçen, mutlu, umutlu, çok seven ve çok sevilen bir boğa kadını... Dünyadaki yerini bilen, yaşananları ve yaşamayı istediklerini unutmamaya ve unutturmamaya kararlı inatçı bir boğa kadını...

GÖKÇEADA

GÖKÇEADA
En güzel dostlukların, denizin ve rüzgarın adası

7 Şubat 2011 Pazartesi

BİR DÜŞ... Gündüz Niyetine...

Kış bahçesinde oturuyoruz, yanımda kızkardeşim ve amcamın kızı var. Akşam vakti... Kızıyorum onlara, "Yeter artık yatalım. Yarın sabah erkenden emniyette olacağız." diyerek kalkıyorum sandalyemden. O sırada pencereden bizim kamyonetin arka ışıklarının yandığını farkediyorum birden. İçinde biri var ve arabayı götürüyor. Araba karşıdaki ikiz kulelerin otoparkında kayboluyor birden. İçeriye koşuyorum ve MAY'a sesleniyorum avaz avaz... Gayet sakin çıkıyor banyodan, hiç telaş etmiyor. Ben "arabayı götürüyor birisi" diyorum. Aşağıya inerken bana dönüp "Amcanla konuştun mu? Ama bak para vermeyiz, yok paramız" diyor. Ben neden bahsettiğinden habersiz, şaşkın "Tamam." diyorum.

Birden evin dışındayız. Yolda ne bir başka insan var, ne de araba var. Bu arada gündüz vakti... İkiz kulelerin park yeri aşağıdaki taksi durağına kadar kamuflaj yeşili ve çağla yeşili renklerde askeri ciple ve asker ile dolu... Otoparktaki askerler sabah sporu yapıyorlar. Birden önümde yürüyen kişi, üstünde pardesüsü ve şapkasıyla babam oluyor. Sırtı bana dönük ama yürüyüşünden biliyorum babam o... İkiz kulelerin otoparkına doğru yürüyor. Ben de peşinden...Babam arabasını aıyor. "Ben şuradaki subaya bir sorayım. Arabaları nereye götürmüşler?" diyor ve köşeyi dönüp gözden kayboluyor. Bir bağırışmalar, sesler duyuyorum, "Eyvah kötü birşey oldu" diye korkuyor ve koşarak babama yetişmeye çalışıyorum. Köşeyi dönünce babamı kendisi gibi sivil giyimli, pardesülü, yaşıtı bir adama sarılmış görünce irkiliyorum. Kavga ediyorlar sanıyorum ilkin. Ama ardından babamın sevgi dolu, çok sevindiğinde içinden gelen, kimselere benzemeyen o şen kahkahasını ve "Vay devrem sensin..." diyen sesini duyuyorum. Meğer uzun süredir görmediği eski bir asker arkadaşı imiş adam... Arkadaşının kolundan tutup, bana doğru gülerek gelen ve gözünde büyük mavi camlı güneş gözlüğü olan babama gözümü kırpmadan bakıyorum. Yanıma gelince benim şaşkın bakışlarım altında gözlüğünü çıkarıyor, önce bana bakıyor yüzünde büyük bir sevgi ve gururla, sonra arkadaşına dönüp mutlu bir sesle "Benim büyük kız. O da yeni emekli oldu A.....'dan diyor. Ben gözlerimi hala babamdan ayıramıyorum. Çünkü inanamıyorum karşımda olduğuna, sesini duyduğuma... Boğazıma birşey düğümleniyor, içim acıyor "Sen gittikten hemen sonra oldu, yeni değil çok oldu babacığım." diyemiyorum. Adam "Maşallah!" diyor ama ben başımı önüme eğip, usulca sallıyorum. Konuşamıyorum, "Sen öldün babacığım. Bu amca nasıl görüyor seni? Nasıl konuşuyoruz böyle gündüz vakti sokak ortasında karşılıklı?" diyemiyorum... Ya üzülürse ya giderse diye...

Adam babama "Gel bakalım devrem! Arabalar otoparka çekildi, anahtarını alalım içeriden" diyor. Sonra da koluna girip arkadaki büyük cam kuleye doğru götürüyor. Ben o adam babamı nasıl görüp konuşabiliyor diye düşünerek, peşlerine takılıyorum. Büyük, otomatik açılır kapanır bir cam kapıdan içeriye giriyoruz.Tam karşımızda yüksek, granitten parlak bir danışma bankosu, üstünde de içinde turuncu ve kristal karışımı değişik anahtarlıklarla dolu bir sepet anahtar var. Adam bankoya yaklaşıp sepetten bir anahtar alıyor. Değişik bir anahtar aldığı, hiç araba anahtarına benzemiyor, aslında anahtara da benzemiyor. Ben sadece parlayan anahtarlığa dikkat ediyorum. Babamın koluna girip yürümeye devam ediyor arkadaşı, ben de yanlarındayım artık. Üzerinde çay ve kahve makineleri ile çeşit çeşit kurabiyeler dolu yeni bir bankonun yanından geçiyoruz. Bu bankonun arkasındaki duvar kocaman bir ayna aslında. Geçerken aynada ne babamı, ne de adamı görebiliyorum; sadece benim yansımam var.

O sırada danışmadaki görevlinin yaklaştığını görüp, "Bak şimdi ikiside yok olacaklar birazdan" diyorum yanımda olan, ama kim olduğunu bilmediğim kişiye hiç bakmadan... Güvenlik görevlisi "Yardımcı olabilir miyim? Ne istemiştiniz?" derken hem yanıma hem de aynaya bakıyorum babamı ve arkadaşını göremeyeceğimi bilerek. Evet yoklar işte, sadece ben...İşte o zaman anlıyorum o adamın da ölmüş olduğunu...

Arkamı dönüp, geldiğim cam kapıya doğru süratle geri koşuyorum. Kapı otomatik olarak açılıyor ben yaklaştığımda, ama tam çıkacakken arkamdan biri yakalıyor beni. Güvenlik değil, tanıdığım birisi bu. Çünkü, hiç korkmuyor ya da şaşırmıyorum. Siyah, düz, uzun saçlı, beyaz tenli ve güzel yüzlü, ben yaşlarda bir kadın bana sarılan. Kapıya sıkışıyoruz birlikte. Ne o beni bırakıyor, ne ben kurtulup çıkabiliyorum kapıdan... Yüzümüz ve bedenimiz sıkışıyor kapıda gittikçe, küçülüyoruz sanki. Sadece küçük iki surat kalacağız neredeyse kapı aralığında. Yukarıya bakan yanak yanağa iki küçük surat.

Birden iki küçük kız oluyoruz büyük, yeşil ve sık yapraklı bir ağacın altında, yemyeşil ve serin çimenlerin üstünde rahatça otururken... Yüzümüz aynı kapıdaki gibi yukarıya dönük, yaprakların arasından görünen masmavi gökyüzüne ve sıcacık güneşe bakıp, gülüşüp konuşurken buluyoruz kendimizi geçmişte.


Küçüğüz ve çocuğuz... Yaşam, hayat ve sevgi sonsuz... Herşey bizim... Özgür, saf ve mutluyuz... Bizi sınırlayan tek şey ufuk ve mevsimler sadece...
 
Herşey bir düş sanki...